İmralı Görüşmelerinin Düşündürdükleri
PKK, 1979 yılında kurulmuştu, ama 1984 yılına kadar sesini duyuramamıştı. Türkiye kamuoyu, bu eli kanlı örgütü, 15 Ağustos 1984 tarihindeki Eruh ve Şemdinli baskınları ile yakinen tanımaya başladı. Bu örgütün kanlı eylemleri artıkça bu örgüte ve örgütün elebaşı bebek katili APO’ya karşı duyulan nefret ve kin de giderek arttı. 1990’lı yılların sonuna gelindiğinde örgütün eylemleri azaldığı gibi verilen şehit sayısı da giderek düşüyordu. 2002 yılında teröre sadece 6 şehit vermiştik. Bu durum örgütün dağılma sürecine girdiğinin bir işaretiydi.
Ne var ki AKP iktidarı ile birlikte terör olayları tırmanışa geçtiği gibi, teröre verdiğimiz şehit sayılarında da gözle görülür artışlar gözlemlenmeye başlandı. Hükümetin, gerek ABD’ye ve AB’ye verdiği sözler gerekse hükümetin hastalığı yanlış teşhisi sonunda yanlış tedavi uygulaması terörün tırmanmasının temel sebepleridir.
Bu günlerde “İmralı Görüşmeleri” dillere pelesenk oldu çıktı. Bu görüşmeler, niçin “Apo ile görüşmeler” ya da “Apo görüşmeleri” değil de “İmralı Görüşmeleri” diye kamuoyuna takdim edildi? Önce bu soruya bir cevap arayalım. Herhalde görüşmeler İmralı adası ile yapılmayacak; elbette Abdullah Öcalan’la yapılacak. O zaman bu görüşmelerin ismi, “Apo ile görüşmeler” ya da “Apo görüşmeleri” olmalı idi. Böyle olmamasının sebebi, Türk milletinde, Apo ismine karşı yıllardır katmerleşen bir kin ve nefret duygusu olmasıdır. Eğer bu görüşmeler “Apo” ismi ile kamuoyuna yansıtılırsa Türk halkında infial oluşur, bu proje ve bu projenin mimarları, halktan tepki alır. İşte, bu düşünülmüş olacak ki “Apo görüşmeleri” çirkefine ve çirkinliğine “İmralı görüşmeleri” makyajı yapılmak isteniyor.
Şöyle bir hafızalarımızı yoklayalım bakalım bu noktaya nasıl geldik? Kısa bir müddet önce basında APO ile görüşülüyor, haberleri çıkınca Sayın başbakan:
-Görüşen şerefsizdir, dedi.
Sonra yine aynı Başbakan:
-Görüşmüşse devlet görüşmüştür; biz görüşmedik, dedi.
Daha sonra başbakan:
-Anaların gözyaşını dindirmek için gerekirse İmralı ile müzakere masasına da otururuz, dedi.
Başbakan böyle deyince hükümetin diğer mensuplarından Hüseyin Çelik’in, Bülent Arınç’ın ve diğer bazı bakanların da dili çözüldü. Onlar da Başbakanın söylediklerini-marifetmiş gibi- koro halinde tekrar etmeye başladılar.
Bir zamanlar Apo ile Bekaa vadisinde el sıkışan, boy boy hatıra fotoğrafı çektiren 68 kuşağının ağır toplarından bazıları günümüzde demokrasi havarisi kesildi. Terörle mücadelenin yol haritasını onlar çizmeye başladılar. Bu satılmış kalemler, kiralanmış televizyon kanallarında “Anaların gözyaşının dinmesi için İmralı ile görüşmenin mahsuru yoktur.” makamında ötmeye başladılar. Bu Marksist, materyalist zat-ı muhteremler, muhafazakâr olduğunu iddia eden hükümet yandaşları tarafından adeta “kanaat önderi” kabul edilip onların dediklerine biat edilmeye başlanıldı.
Diğer taraftan kiralanmış televizyon kanalları, Apo ile görüşmelere sağlam altyapı oluşturma adına kamuoyu desteğini sağlamlaştırmak için ülkemizdeki yüzlerce Şehit Aileleri Yardımlaşma Sosyal Kültürel ve Dayanışma Derneğinin sadece Adana şubesi başkanının konu ile ilgili düşüncelerine haber programlarında yer verdiler. O başkanın, “Terör duracaksa İmralı ile müzakere masasına oturmanın mahsuru yoktur.” beyanı, bütün şehit ailelerin ortak kararı gibi kamuoyuna takdim edilmeye çalışılıyor.
Peki, Apo ile müzakere masasına oturmanın ne kârı olacak bize? İki kere ikinin dört ettiği ne kadar kesinse bu görüşmelerden Türkiye Cumhuriyeti menfaatine bir sonuç çıkmayacağı da bir o kadar kesindir. Bir kere bu, devlet adına teröre verilen son tavizdir. Ama bu, tavizlerin sonu değildir. Daha sonra-bir ümit diye-başka tavizler de verilecektir elbette. Çünkü taviz, tavizi doğurur, demişler.
İkinci bir defa hafızalarımızı yoklayalım:
- Oslo Görüşmeleri’nden devletimiz lehine bir sonuç çıktı mı? Elbette hayır!
- “Demoratik Açılım”, “Kürt Açılımı” yapıyoruz diyerek Habur’dan geçen PKK’lıları kırmızı halılar sererek karşılayıp “mobil mahkemeler”de aklamadık mı? Sonra bu terör örgütünün dağdan inen eli kanlı mensuplarını otobüslerin üzerine bindirip kalabalık konvoy eşliğinde Habur’dan İzmir’e kadar polis gözetiminde götürmedik mi? Bu eli kanlı teröristler geçtikleri yerlerdeki halkı bir kahraman edasıyla selamlamadı mı? Biz de buna göz yummadık mı? Peki, biz böyle müsamahakâr davrandık diye PKK’nın katliamları azaldı mı? Elbette ki hayır! Aksine daha bir şirretleştiler.
- Demokratikleşme adına devlet radyo ve televizyonlarının birer kanalında Kürtçe yayına başladık mı? Başladık… Peki, şehit sayılarında bir azalma oldu mu? Elbette olmadı.
- Ana dillerini öğrensinler diye Kürtçe kurslar açılmasına izin verdik mi? Peki, yaptıklarından utanıp karakol basıp k
atliam yapmaktan vazgeçtiler mi? Ne gezer… - Yıllardır “Pişmanlık Yasaları” çıkartmaktan başka bir iş göremez olduk. Her seferinde, pişman olmuştur zannedip affettiklerimiz kısa bir süre sonra yeniden dağa çıkmadı mı? Karakol basmadı mı?
- Yine “Kürt Açılımı” paketinin içine üniversitelerde Kürtçe kürsüleri kurulmasına cevaz vermedik mi? Bu doğrultuda, Dicle Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde Kürtçeve Zazaki üzerine tezsizyüksek lisans programı açılmadı mı? Ayrıca Dicle Üniversitesi‘nde (DÜ)KürtDili ve Edebiyatı Anabilim Dalı kurulmadı mı? Peki, bunlar PKK’nın, polis karakollarına canlı bombalarla saldırmasının önüne geçti mi? Heyhat!..
- Güneydoğu’da emniyet güçlerinin öldürdüğü PKK’lara yerel belediyeler cenaze arabası verdi, cenaze merasimi tertip etti. Bu cenaze törenlerinde Apo’nun posterleri açıldı, PKK lehine, devlet aleyhine sloganlar atıldı. Hatta PKK leşlerine özel mezarlıklar ihdas edildi. Biz bütün bunları gördük, duyduk; ama duymazdan ve görmezden geldik. Sonuç?.. Teröristler, okul yakmaktan mı vazgeçtiler? Maalesef…
- Sokakta polis taşlayan, yarının isyan provalarının baş aktörleri olacak çocuklara “Taş atan çocuklar” dedik ve onların yaptıklarını görmezden geldik. Hatta taş atılan polisler, kendilerine taş atan çocuklara çikolata ikram ettiler, naylon top dağıttılar. Peki, taş atan çocuklar taş atmaktan vazgeçtiler mi? Evet, taş atmaktan vazgeçtiler, ama büyüyüp dağa çıkınca askere, polise mermi atmaya başladılar.
- Sokaklardaki yasadışı gösterilere görevlerinin gereği olarak izin vermek istemeyen ve olaya müdahale etmekle görevli şerefli emniyet mensuplarımız, PKK’lı milletvekilleri tarafından tartaklandı, tokatlandı. Devlet adına karar verenler, bu şirretlikleri de görmezlikten geldiler. Peki, buna karşılık PKK, artık iş makinelerini yakmayacağım; devlet Güneydoğu’ya yatırım yapmaya devam mı etsin dedi?
- “Kürdistan’ın sınırları Ağrı’ya vardı.” dediler duymazdan, PKK’lılarla kucaklaştıkları da görmezden geldik de ne oldu? Yaktıkları elektriğin parasını ödemeye mi başladılar?
- Mazot kaçakçısı hatta bazılarının da PKK’lı olduğu sessizce dillendirilen 34 vatandaşın Uludere’de öldürülmesi üzerine, onlara bırakın terörist demeyi, kaçakçı bile diyemedik. Yasak bölgede, kesinlikle insan unsurunun olmaması gereken bir zamanda 34 kişinin uçakların bıraktığı bombalarla ölmesinden dolayı “Ölenler suçludur çünkü onlar izinsiz olarak yasak bölgeye girmişlerdir ve onlar kanunun yasakladığı mazot kaçakçılarıdır.” diyemediğimiz için silahlı kuvvetleri suçlu ilan ettik ve 34 kişi için devlet tazminat ödemek mecburiyetinde bırakıldı. PKK buna karşılık ne yaptı? Karakollardan vazgeçip polis ve subay lojmanlarına ve askeri birliklere karşı uzun menzilli silahlarla saldırıya geçmedi mi?
- İlköğretim programlarına Kürtçeyi seçmeli ders olarak koyduk. Minnettarız, dediler mi? Nerede o kadirşinaslık?..
- PKK’lıların ve KCK’lıların yargılandığı mahkemelerde “Biz ana dilde savunma yapmak istiyoruz!” diye inat ettiler. Baktık olmayacak alın size ana dilde savunma hakkı; tepe tepe kullanın, dedik. Aldılar, ama metropollerde araç kundaklamaya, işyerlerine molotofla saldırmaya devam ettiler.
- PKK’ya şirin gözükme adına İmralı’yı beş yıldızlı otel haline getirmedik mi? APO masadan kaçmasın diye ona 12 kanallı televizyon vermeyi bile kabul etmedik mi? Yeter ki Apo istesin…
Peki, bundan sonraki zamanlarda hangi tavizler verilecek? Önce Apo’ya ev hapsi… Sakın Başbakan “Ev hapsi gündemimizde yok.” dedi demeyin. Sayın Başbakan, bir zamanlar “PKK’ya terör örgütüdür diyemeyenlerle görüşmeyiz, el sıkışmayız.” dememiş miydi? Bu gün, bırakın BDP milletvekilleri ile görüşmeyi de APO ile el sıkışılıyor, APo ile müzakere masasına oturuluyor. Sonra ne olacak? Apo’ya seçilme hakkı verilecek ve Apo meclise girecek. Hapishanelerdeki KCK’lılar ve PKK’lılar salıverilecek. Öldürülen ya da mağdur olan(!) PKK’lıların itibarı(!) iade edilecek. Hatta öldürülen PKK’lılara anıt mezar bile yaptırılabilir bu anlayış devam ederse.
Özetleyecek olursak dünden bu güne devlet adına hep taviz verildi. Peki, PKK hiç geri adım attı mı? Asla!.. Bizim verdiğimiz her taviz, onların ideallerine ulaşmasında bir basamak oldu. Biz eğildik, onlar omuzlarımıza basarak yükseldiler. Sadece yükselmekle kalsalar iyi. Bir de başımızda oturup gözümüzü oymaya, saçımızı başımızı yolmaya kalktılar.
Rabbim sonumuzu hayreyleye…