DOLAR 35,335
EURO 36,7112
ALTIN 2954,861
BIST 9889,71
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Erzurum °C

Durmuş Kılıç'tan Bir Hatıra

08.02.2013
733
A+
A-

Yıllar bir su misali akıp gidiyor. Gidenler geri gelmiyor. Ama ben her sene mutlaka köyüme gitmek, anne ve babamın mezarlarını ziyaret etmek, eş dost ve akrabalara uğramayı kendime bir görevmiş gibi hissediyorum.
70’li yıllardan itibaren köyümüzden başlayan göç, insanları şehre çekerken, sonraki yıllarda emekli olup köyü mesken tutan insanlarımızın sayısının aratması sevindirici. Tabiatıyla her şey değişime tabi olduğu gibi, köyümüzde de birçok şey değişmektedir. Köyümüzün yapısı, nüfusu değişmiştir. Camide arkada saf tutanlar, ön safta namaza başlar olmuşlardır. Çocuklar genç, gençler yetişkin, yetişkinler yaşlı olmuştur çünkü. Ön saftakiler ise çoktan bu dünyayı terk etmişmişler. Tuhaf bir duygu hali… Bu değişimi camide daha iyi görüyor insan.
Babam, her baba gibi köyün değişmez gerçekliği içinde değişimi belki de ilk fark eden insanlardan biri benim gözümde. Çocuklarını okutmak ve kendi çektiği zorlukları çocuklarına çektirmemek için sırtındaki ceketi satıp çocuklarını kurtarmak düşüncesi içinde olmuş. Ancak şartlar hep namüsait. İlkokuldan sonra kız çocuklarını okutmak zor. Bölgede okul olmadığı gibi, il ve ilçede emanet edebileceği bir yakını da yok.
Erkek çocuk sahibi olmak köyde yaşayan her baba gibi benim babamın da en büyük özlemi. Doğan ilk çocuklarının kız olması sebebiyle anneme az sitemde bulunmamış yani. Sanki suçlu annemmiş gibi… Annem bu durumdan dolayı çok içerlemiş babama.
Bir gün Sona Teyze’ye:
-Kız Sona gelin ne olur benim erkek çocuğum olacak mı? Doğacak mı? Benim için kedek düşer misin? diye yalvarmış.
Kedek düşmek, istihare hali, uyku halinde, gelecekte olabilecekler ile ilgili rüya görmek. Önce, “Ahmet kızıyor.” (Kati Ahmet, köyde insanlarımız lakaplarıyla anılır. Sona Teyzenin beyi) dese de, iki veya üç gün sonra yaylaya giderken büyük cevizin dibinden yukarı Ardeşe Mahallesine doğru bağırmış:
-Kız Kadirya! Üç oğlun doğacak, ama birini Allah geri alacak, demiş ve hızlı adımlarla uzaklaşıp gitmiş.
Bu olaya inanıp inanmamak size kalmış, ancak gerçekten de annem üç oğlan çocuğu dünyaya getirmiş ve biri Hakkın rahmetine kavuşmuş. Babamın, oğlunun olması tabii ki tarım toplumunda hem bir güç, hem de gurur vesilesi olmuş.
***
İlkokul çocuklarının köyde okuması hem aile için hem de çocuklar için çok önemli. Önlük giymek, büyük kardeşten küçük kardeşe devretse de çocuğu okullu yapan bir olgu olsa gerek.
Ağabeyimin beni okula kayıt yaptırdığını hatırlıyorum. Her sabah büyük bir heyecanla erkenden uyanıyor ve okula mahalle arkadaşlarımla birlikte gidiyordum. Ağabeyim o zaman 5. sınıftaydı. Sonbaharı güle oynaya geçirdik. Öğretmenimiz Yusufelili Mustafa Atınsoy’du. Okulumuzu bize o sevdirmişti. Öğretmenlerimize imrenerek baktığımızı hatırlıyorum.
O yıllarda köyümüzde kış sanki daha sert geçiyordu. Çok kar yağıyordu. Ardeşe’den okul bavulumuzun üzerine biner, çukur tarlaya bir inerdik. O zamanlar köyümüzdeki bütün öğrencilerin olduğu gibi benim de okul çantam tahtadan yapılma bir bavuldu. Ablalarımdan ağabeyime, ondan da bana intikal etmişti.
***
Yine kar ve tipili gündü. 1. sınıftayım. Bazı aileler, çocuklarının kar ve tipide evlerine gelemeyeceklerini düşünmüş olacaklar ki çocuklarını olmak için okula gelmişlerdi. En çok zihnimde kalan Şerafettin Amca’nın oğlu Coşkun’ u almak için gelmeseydi. Demek ki birçok kez gelmiş olmalı ki bu durum hafızamda yer etmiş. Palto, cecim… ne varsa sarar sarmalar çocuklarını evlerine götürürlerdi.
O gün yine çok kar yağmış, tipi bütün sokakları çeperleriyle birlikte doldurmuştu. Beni okuldan almaya kimse gelmemişti. Ağabeyimi de görememiştim. Yukarı mahallenin çocuklarının peşine takılarak çukur tarlanın yanındaki sokaktan ilerlemeye başladım. Kürün önüne kadar gelebildim.
Ancak, soğuk ve tipi o kadar şiddetliydi ki artık adımlarımı atamaz olmuştum. Kürün önünde malların toplandığı taşların birisinin dibine büzüldüğümü hatırlıyorum. Üzerimde önlüğün dışında giydiğim bir hırka dahi olup olmadığını hatırlamıyorum. Uykuya geçmek üzereyken bir amcanın beni paltosunun altına aldığını hissetim. O amcanın, bir koltuğunda ben, diğer koltuğunda bir başka çocuk, sırtında bir diğer çocuk ve önünde arakasında başka çocuklar vardı. Bizi sürükleyerek, bir ahırın içinden geçirip beş-on basamaklı bir merdiveni tırmandıktan sonra bir eve çıkardı. O zaman ahırların içinden eve (hepenk ) olurdu. Zorlu geçen kış aylarında hayvanları daha rahat kayırabilmek için evden ahırın içine merdivenle inilirdi.
Bu ev kimindi? Bu amca kimdi diye bakınırken bibimi karşımda gördüm. Bu amca Refik Pehlivan’dı. Biz ona Refik Enişte derdik. Bibim, evine gelenlerin kendi yeğenleri olduğunu görünce sevindi. Refik Enişte, okula çocuklarını almaya gitmiş, yolda kalan çocukları da alıp kendi çocuklarıyla birlikte evine getirmişti.
Kışın bu sert ve soğuk ikindi saatlerinde bizimkiler ağabeyimin eve gelmesiyle benim gelmediğimi anlamışlar ve ağabeyime beni sormuşlar. O da görmediğini, kendisinin diğer sokaktan zar zor gelebildiğini söylemiş. Annemin feryatları ve babama “Niçin gidip çocuğu alıp getirmedin, yoksa çocuğum boğuldu mu?” türünden sitemleri karşısında babam ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette kapının önünde duran kar küreğini kaptığı gibi sokağa fırlamış. Rıza eniştem de arkasından… Her ikisi de başlamışlar sokaktaki çeperlerin diplerini karıştırmaya.
Refik eniştemin evleri ile bizim evimiz arasında bir büyük tarla vardır. Kışın ağaçlar yapraklarını döktüğü için evlerimiz karşıdan karşıya görünürdü. Refik enişte bizim eve doğru var gücüyle bağırmış:
-Memet Ağabeyyy, çocuk bizde; korkmayın emniyette!..
Ancak, rüzgâr o kadar sert esiyor ki karşı tarafa ses ulaşmadan uçup gidiyor. Bu bağırmalar sonunda zor da olsa babamlar sesi duyuyor ve Rıza eniştem gelip kucağına alarak beni evimize getiriyor.
Kopan fırtına ve tipi içinde baba ve annemin korumacılık ruh haliyle beni kucaklamaları müthişti ve görülmeye değerdi. O fotoğraf halen gözümün önünde durur. Ben aslında o an olup bitenin farkında değildim. Sadece tipinin ve onun korkunç çaresizliği içindeydim. Annemin; “Canım çıksın yavrum!..” demesini, babamın babalık korumacılık duygusuyla beni dizine oturtup başımı okşamasını ve çocuğunun bu böyle bir tehlikeye maruz kalmasına sebep olduğu için hayıflandığını hatırlıyorum.
Bugün babamın ve annemin o ruh halini çok daha iyi anlıyorum. Çocuklarının ölüme ramak kala o haline üzülüyor ve kendilerini suçlu görüyorlardı. Evet, bu yaşananlar; iş güç, mal kayırma, koşuşturmacaları arasında ve o günkü hayat şartlarında olağandı aslında.
***
Refik enişteme bir palto borçluyum. İlerleyen yıllarda bu olayın nasıl gerçekleştiğini anlatırken, “Seni ben değil, paltom kurtardı.” derdi. Palto borcum duruyor, ancak ben de cenazesini yıkamak bana nasip oldu diyerek kendimi avutuyorum.
Yıllar geçti, ilkokulu bitirdim. İlkokul öğretmenimiz sayesinde yatılı okulları kazandım. Babam, benim ilkokuldan sonra okumamı istemiyormuş. Babam:
-Oğlum seni okutmayacaktım. Sen ilerde, biz yaşlanınca bize bakarsın diye düşünüyordum. Ağabeyin biraz sert mizaçlıdır. O okusun, ama sen daha yumuşak huylusun; bizim yanımızda kalmalısın diye düşünmüştük. Ama şimdi sen de yatılı öğretmen okulunu kazandın, onun için okumanı istiyorum,
demişti.
Kendisi açısından okutmamak anlaşılabilirdi, ancak tek sebebin iyi huylu olmak değil, maddi imkânsızlıklar da olduğunu şimdi anlıyorum. Çünkü ağabeyim ortaokulu ve liseyi okurken hem ağabeyim hem de ailem çok zorluk çekmişti. Ablamın yanında, babamın asker arkadaşının yanında, tek başına…
Bütün bu imkânsızlıklara rağmen ailece eğitim için verilen mücadele takdire şayandır elbette. Bu gün iki kardeşin vardığı nokta bu düşüncenin ve çekilen o eziyetlerin mahsulüdür. İki evlattan birisi mesleğinde başarılı bir müfettiş, diğeri ise bir üniversitede akademisyen.
Ellerinizden öpüyorum annem ve babam… Sz ancak bu kadar yapabildiniz. Köyün içinde bulunduğu bütün imkânsızlıklarına rağmen bize bu başarıyı tattırdınız. Keşke bu günleri sizler de görebilseydiniz…
Sizi hep en kalbi duygularımızla yadediyor, size hayırlı birer evlat olarak kalmaya çabalıyoruz. Sizleri hayır dualarımızla anıyoruz. Mekânınız cennet olsun…
Âşık der incitenden
İncinme incitenden
Kemalde noksan imiş,
İncinen incitenden
-Alvarlı Efe Hz.
Ne incinen ne inciten olmak umuduyla….

-Doç Dr. Durmuş Kılıç-