DOLAR 35,3332
EURO 36,7274
ALTIN 2955,789
BIST 9889,71
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Erzurum °C

Çocukluğumdan Bir Kış Günlüğü

13.02.2011
713
A+
A-
Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.”
Ben 5-10 yaşlarında iken, yani bundan 45-50 sene önce kış günlerinde, köyümüzde çocukluk bir başka yaşanırdı. O günleri bu günlerle kıyaslamak ya da o günleri bu günlerin çocuklarına anlatmak çok zor. Neresinden başlasam bilmiyorum, ama ben yine de bir kış gününü anlatmaya sabahın er saatinden başlamak istiyorum.
Hafta içi, hafta sonu yani okul olsa da olmasa da hep aynı saatte kalkardık. Tabii uyanma ve yataktan kalkma da bir merasimle olurdu adeta. Rahmetli anam önce yumuşak ve kadife esi ile “Hadi, oğlum kalkın sabahluk vakti geldi!” diye başlar biz yataktan çıkma işini geciktirdikçe bu ses sertleşir hatta bazen üzerimizden yorganı almaya daha da ısrar ettiğimiz zamanlarda bir iki köteğe kadar varırdı. Kalktığımda soba çoktan tutuşturulmuş ve üzerindeki güğümlerin suyu fokur fokur kaynamaya başlamış olurdu. Bazen de sobanın fırınından pişmekte olan patatesin nefis kokuları gelirdi burnuma. Alelacele giyinirdim. Önce üzerime babamın diktiği ve genellikle içerisine zor sığdığım bir gömleği giyinir sonra da yine fitilli ya da kadifeden yine babamın diktiği pantolonu çekerdim üzerine. Her ne hikmetse pantolonun paçaları hep topuklarımdan bir karış yukarıda kalırdı. Üşümemek için ayağıma çektiğim çopur çorabının kendinden ipini boyun kısmına dolasam da çorabın boyun kısmı pantolonun altından hep görünür ve kat kat dururdu. Ben kapının arkasına konan leğen güğümle yüzümü yıkarken malları kayırma işini bitiren babam da içeri girerdi.
Ocak başında sofra kurulur, bütün aile fertleri tek tek sofrada yerlerini alırdı. Sofrada herkesin yeri belli idi. Sofranın ocağa yakın solunda rahmetli dedem, sağında ise rahmetli ninem otururdu. Yaş sırasına göre diğerleri onları takip ederdi. Herkes sofrada hazır olmadıkça dedem yemeğe başlamazdı. O başlamayınca kimse de başlayamazdı. Ne güzel bir töre…
Ben kahvaltı yapmayı şehir hayatında öğrendim. Bizim çocukluğumuzda sabahları bile tek ve geniş bir sahanda bir çeşit yemek gelirdi sofraya. Bazen piştikten sonra üzerine tereyağı yakılan bulgur ya da kendime pilavı, bazen sütlü bulgur aşı, bazen de umaç aşı/çorbası…
Yemek yendikten sonra hafta içi ise okul saati gelmiş olurdu. Bavul dediğimiz tahtadan yapılma okul çantamı alır okulun yolunu tutardım. Okul yolunda bu çantalarla kızak kaydığımız bile olurdu. Tabii büyüklere yakalanmamak şartıyla. Kışın, okulda teneffüslerde doğru dürüst oyun oynadığımızı da hatırlamıyorum. Belki kartopu falan oynardık. Çünkü hava soğuk ve bahçe de kar olduğundan oyun oynayamazdık. Bazen okulun önündeki betonda ya da su birikintilerinin üzerindeki buzda topaç çevirdiğimiz de olurdu. Benim harika topaçlarım vardı. Benim eli çok maharetli olan rahmetli dedem, bana harika topaçlar, en zarifinden kızaklar yapardı. Bu bakımdan ben akranlarıma göre çok şanslıydım. Öğlen arasında bir koşu eve gelirdik. Eve gelirken ve okula giderken arkadaşlarla birbirimizi kovalamacalar, kartopu oynamalar bu gidiş gelişlerin yegâne eğlencesi idi.
Daha kapının önüne gelmeden sobanın fırınına bırakılmış olan patateslerin nefis kokusu hissedilirdi. Öğlende genel de, günler kısa olduğu için, yemek olmazdı. Ya sabahtan kalan yemekle öğün geçiştirilirdi ya közleme patates yenirdi. Odun sobasının üzerine konan maşanın üstünde ısıtılan daha doğrusu kavrulan çıtır çıtır tandır ekmeği olduktan sonra başka bir şeyi de gözüm pek aramazdı. Rahmetli ninem de ambarımızda eksik olmayan kavurmadan bana kıyak yapmayı hiç ihmal etmezdi. Bir de sofrada, yine sobanın üzerinde demlenmiş çay oldu mu tamamdır.
O zamanlar köyümüzde tek bakkal vardı. Halit amca, birkaç ayda bir Erzurum’a gider ve dükkâna mal getirirdi. Özellikle kış aylarında mal geldiği zaman mutlaka portakal olurdu. Öğlen araları, arada bir portakal almak için bakkala giderdik. Hiç unutmuyorum tanesi 10 kuruştu. Fazla paramız olmazdı. Azami bir tane alır, soyup içini yedikten sonra kabuklarını atmaya kıyamazdık. Cebimize doldurup arada bir çıkartıp koklardık. Hatta evde yanan sobanın üzerine koyar kokusunun eve yayılmasını sağlardık. Bazen de bakkaldan talih şekeri/püsküllü şeker alırdık. O zamanlar o şekerlerin ambalaj kâğıtlarında harika maniler olurdu. Şekeri alır içinden şansımıza nasıl bir mani çıkacağını çok merak ederdik. Hatta arkadaşlarla kime daha güzel mani çıkacak diye iddialaşırdık. İş o raddeye varırdı ki parayı, şeker için mi, mani için mi verdiğimizi biz bile karıştırırdık.
Okul çıkışında yine şartlar müsait olursa bavullarımızla kayardık. Hatta bazen üzerine oturup kaydığımız bavulumuz açılır ya da dağılır; kitap, defter ve kalemlerimiz yerlere saçılırdı. Yine bazen bavullarımızı koç dövüştürür gibi dövüştürürdük. Bu çarpışmanın şiddetine dayanamayan bavul kırılınca da içindekiler yerlere serilirdi ve biz bundan büyük keyif alırdık.
Eve varınca önlüğümü çıkartır ahıra babama yardım etmeye giderdim. Ahırda bana düşen iş belli idi; malları tımar edip suya götürmek, malların altını silip ahbunu dışarı atmak. Davarı de
reye suya götürmek, davar otunu yiyince onları köme/ahıra kapatmak ve akşamı ağılları silmek de yine benim yapmam gereken işlerdendi. O akşam ayazında ağıl silmek de başka bir eziyetti. Biraz siler sonra sakavele yapışan ellerimi can havli ile açıp ısıtmak için ya birbirlerine sürterdim ya da ellerimi birleştirip avuç içine sıcak nefes üflerdim.
Derken akşam olur, gün kararır herkes evine çekilirdi. O akşam ayazı soğuğunu yedikten sonra eve gelince gürül gürül yanan sobanın başında ısınmak tarifi imkânsız bir hoşluktu. Büyükler camiden geldikten sonra sofra başında toplanırdık. Bazen sofranın ortasına yayvan bir tencere konurdu. Anam kapağını daha açmadan, bolca tereyağı ile odun ateşinde pişmiş mıhlanın kokusu sarardı odayı. Adeta yeme de yanında yat cinsinden. Bazen de pilâki dediğimiz toprak kaplarda puğaça pişirilirdi. Önce pilâki ateşte kızdırılır, sonra içerisine puğaçanın hamuru doldurulur ve pilâki ocakta sıcak küle gömülürdü. Pilâkinin üzerine kapak niyetine bir teneke kapatıldıktan sonra tenekenin üzerine de bolca sıcak kül ve ateş koru konulurdu. Puğaça iyice piştikten sonra peşkunun/sofranın üzerine çıkartılır ve puğaçanın dış kabuk kısmı genişçe bir sahan gibi kalacak şekilde içi boşaltılırdı. Sonra poğaçanın iç kısmı lokma lokma doğranarak tekrar puğaçanın kap haline getirilmiş kabuğunun içerisine tepe yapılırdı. Arkasından bolca bal, yoksa pekmez gezdirilirdi lokmaların üzerinden. Daha sonra yine odun ateşinde kızdırılmış bolca tereyağı lokma tepesinin üzerinden dökülürdü. Yağ o kadar çok olurdu ki lokmaların çektiğinden artanlar puğaçanın tabanında adeta yağ gölü oluştururdu. Makbul olanı da buydu puğaçanın. Sonra sofranın dört bir yanından kaşık sallanırdı puğaçaya.
Yemekten sonra babamlar yatsıya gider, anamsa sofrayı toplar ve bulaşıkları yıkamaya koyulurdu. Ben de malum öğrenci olduğum için yemekten sonra yer sofrasının/peşkunun başında ödev yapmaya başlardım. Eski köy odaları bir hayli büyük olurdu. Üstüne üslük duvarlarda badanasız olunca oda bir türlü aydınlık olmazdı. Ben de tutar yedi numara gaz lambasını peşkunun bir köşesine koyardım. Gerçi yine de yeteri kadar aydınlık olmazdı, ama ondan öteye yapılacak başka bir şey de yoktu. Sadece misafir olduğu ya da özel durumlarda dedem lüks lambasını yakardı ki bir çocuklar bayram ederdik adeta. Sonra yüzükoyun uzanır gaz lambasının ölü ışığında ödevlerimi yapmaya çalışırdım.
Bazı geceler anam beni de alır komşulara oturmaya giderdik. Onlar kadın kadına dertleşirken ben de-varsa-o evin çocukları ile zaman geçirmeye çalışırdım. Oyun oynardık diyemiyorum, çünkü ev ortamında büyüklerimiz oyun oynamamıza pek müsaade etmedikleri gibi oynayacak bir oyuncağımız bile olmazdı. Bazen evin döşeme tahtalarına kömürle, karşılıklı kenarlarının ortasından dörde bölünmüş kare çizer ve cüz/düz oynardık. Bazen de kendi kendimize çocukça bilmeceler satardık. Kimi zamanda yapacak bir şey olmazsa sadece analarımızın anlattıklarını dinlemeye çalışmakla yetinirdik. Bu “oturma”ların en güzel tarafı, mecliste Hayriye Nine gibi biri varsa onun biz çocuklar için anlattığı hikâyeleri/masalları ağzımız bir karış dinlemekti. Yapacağım bir şey olmayınca ya da ortamdan sıkıldığım zaman ise ya anamın dizine başımı koyar uyurdum ya da bir köşede sızar kalırdım. Anamın, “Haydi, kalk oğlum, gidiyoruz, gece yarısı oldu!” demesinden vaktin bir hayli geçtiğini anlardım.
***
Hafta sonları okul olmadığı için biz çocuklar kendimize daha fazla zaman ayırma imkânına sahiptik. Sabah yemeğini yiyip malların otunu topladıktan ve ahbunu attıktan sonra mahalledeki arkadaşlarla buluşurduk. Çok nadir de olsa bizler de delikanlılar gibi arfana yerdik. Yalnız bizim paramız olmadığı için arfana için gerekli malzemeleri, bir kaşık yağ bir tabak buğday ununu evlerimizden, toplanacağımız eve götürürdük. Biz evin bir köşesinde kendi halimize oynarken evin hanımı da getirdiğimiz malzemelerden bize ya lokum çalardı ya da puğaça içi açardı. Eğer yumurta da getirmişsek kaşık tatlısını hak ederdik. Mutlaka evlerimizde de puğaça, lokum ya da kaşık tatlısı yiyorduk, yalnız arkadaşlarla bu arfana ortamında yediklerimizin tadı bir başka oluyordu.
Hafta sonları, bazen ahırlarımızdan gizlice aldığımız horozları tenha bir ahıra götürür dövüştürürdük. Horoz döğüşünden usanınca da sıcak bir ahır bulur gizlinkuku/saklambaç oynardık. Bazen yine büyüklerimizden gizlice dana güreştirirdik. Bazen de büyüklerimiz tosun güreştirirlerdi. Tosun güreşleri bir hayli heyecanlı olurdu. Millet, Tahar’daki Köy bahçesinde toplanırdı. Sonra boyunları omuzlarından bir karış yukarda duran, tüyleri yalım yalım parlayan arpa kırması ile beslenmiş tosunlar böğürüp eşinerek meydana girerlerdi. Önce kâh ayakları kâh boynuzları ile karları eşeleyerek bir birlerine gözdağı verir, bu gövde gösterisinden sonra da kafa kafaya kıyasıya güreşirlerdi. Yenen tosunun sahibi olmak ne kadar gurur verici ise yenilip kaçan tosunun sahibi olmak da bir o kadar kötü idi.
Benim çocukluk yıllarımda köyümüzde iyi cins rahvan atlar beslenirdi. Düğünlerde, bazen cuma günleri cuma namazından sonra bazen de sair günlerde Tahar’da rahvan atlar binilirdi. Aleni olmasa da aslında bu at binmelerde atlar gizlice yarıştırılırdı. Tahar, Aççigilin bacadan ayakaltına geldiği için bu yarışlar genelde Aççigilin bacadan seyredilirdi. Tahar’da bir-iki baş gidip gelen atlar terleyince tepelerinden buhar çıkardı. Ayrıca kuyrukları topuz şeklinde bağlanmış besili atların yoruldukça homurtuları artar, artan homurtu sesleri ta… uzaklardan duyulurdu. Atların koşuşunu dikkatle takip eden büyükler, atlarla ilgili yorumlarını takdir anlamı taşıyan “maşallah, sübhanallah” sözleri ile başlatırlardı.
***
Kış mevsiminde, hafta sonlarının bizler için en vazgeçilmez eğlencesi kızak kayma idi. Hayvanlar ve insanlar kayıp düştükleri için sokaklarda kızak binmemize büyüklerimiz pek müsaade etmezlerdi. Biz de sokak aralarında ancak geceleri kaçak olarak kayabilirdik. Gündüzleri genelde köy dışını ya da kenar sokakları tercih ederdik. Mesela Tahar ve Kürönü kızak kaymaya çok müsaitti. Köy dışındaki bahçelerden de uygun olanları kayak pistine çevirir saatlerce kayardık. Bazen bu pistlerde onlarca çocuk bir arada kayardı. Kalabalık artıkça üşüdüğümüzü, saatlerin geçtiğini ve akşam olduğunu neden sonra fark ederdik. Ben, eve gitmem gerektiğini fark ettiğimde ellerim ve dudaklarım morarmış olurdu. Üstüne üstlük, öğlen sıcağında ıslanan paçalarım havanın soğuması ile soba borusuna dönerdi. Artık bu saatten sonra günün neşesi kaçmış, içimi eve gitme korkusu sarmış olurdu. Korkunun bir sebebi, üşümüş olmaktan dolayı işiteceğim azar ise bir diğer sebebi de üstümün ıslanmış olması ve gözden kaybolmadan dolayı gün içindeki görevlerimi unutmuş olmam olurdu. Korkunun ecele faydası olmazmış. Korka korka evin yolunu tutardım. Kızağın ipini koluma takıp arkam sıra sürürken moraran ellerimi cebime sokarak ısıtmaya çalışırdım. Korku ile üşüme bir araya gelince akan burnumu silmeye bile mecalim olmazdı. Yol boyunca beni bekleyen tavrı merak eder, nelerle karşılaşabileceğimi tahmin etmeye çalışırdım. Hatta azar işitmeden, dayak yemeden eve girmenin hesaplarını yapmaya başlardım. Eve yaklaşınca köşe bucaktan evi gözetler, ninemin kapıya çıkmasını bekledim. Bu bekleyiş bazen dakikalarca sürerdi. Bekleme uzadıkça benim titreme katsayım da o kadar artardı. Rahmetli ninem benim koruyucu meleğim ya da kalkanımdı. Onu kapıda görünce dünyalar benim olurdu. Hemen yanına koşup onun duldasına girdim mi dokunulmazlık zırhına bürünmüş hissederdim kendimi. Her ne kadar da anamdan tehditler ve laf sokuşturmalar gelse de dayak yemeden kurtulduğum için halime şükrederdim.
Ninem, bir yandan anamı sakinleştirmeye bir yandan da beni sobanın başına alıp ısıtmaya çalışırken diğer taraftan da üzerimdeki ıslak çamaşırları çıkartıp kurularını giyinmeme yardımcı olurdu. Azar ve dayak yemeden kurtulup biraz da ısınınca anamdan yeni doğmuş gibi olurdum.
***
Bugün dönüp arkama dünlere, çocukluk yılarıma baktığım ve bizim dönemin çocuklukları ile günümüzün çocukluklarını kıyasladığımda arada dağlar kadar fark olduğunu görüyorum. Biz çocukken bugünün çocukları gibi ne son model cep telefonumuz, ne dizüstü bilgisayarımız, ne marka elbiselerimiz ne de cebimizde yeteri kadar harçlığımız vardı. Ama biz, günümüz çocuklarından daha mutluyduk. Bizler bir topaçla, bir tek portakalla, derme çatma bir kızakla bile mutlu olmasını bilirken günümüz çocukları maddi anlamda hayli ihtiraslılar. Fevkalade maddi imkâna sahip oldukları halde doyumsuzlukları had safhada. Bizler mutluyduk, çünkü galiba azla yetinmeyi biliyorduk ve küçük şeyler bizi mutlu edebiliyordu. Doğrusu ne bulduğumuza seviniyorduk ne de kaybettiğimize üzülüyorduk.
Keşki imkanımız ve gücümüz yetse de o günlere dönebilsek!.. Ah, ah!.. Nerede o günler!..